43 yaşında ilmek ilmek yeniden örülen nadide bir hayatın hikayesi: Dilek Kalaycı
Ördüğü her sepette direnen ve dönüşen güçlü bir kadının yüreği var... Efsanelerdeki gibi küllerinden yeni bir hayata doğan Kaknos Sepet
"Bu hayat benim. Yarısını başkaları için yaşadım.
Geriye ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum. Belki kırk yıl, belki bir gün... Geriye kalan hayat benim ve ben nasıl istiyorsam öyle geçecek. Ben bu gemiden mutlu ineceğim." - ('Nadide Hayat' filminden) Hepimiz, sadece başı ve sonu kesin olarak belli olan bir çerçevenin içine doğuyoruz... Bu çerçeveye de ömür diyoruz. Çerçevenin içini nasıl örersek, hayatımızı da işte öyle yaşıyoruz. Bazen o çerçeve, ailemiz, çevremiz veya şartlarımız tarafından belirlenen motiflerle bize “hazır” sunuluyor. Diyorlar ki, “Bu motiflerin dışına çıkma. Deneme bile… Zaten yapamazsın.” Kendimizi bulmak, bize ait motifler çıkarmak zaman istiyor. Bazen ömrün yarısı, bazen de tamamını alabiliyor… İpleri kendi elimize alacak gücü bulmak ne kadar zaman alırsa alsın, nefes aldığımız sürece, hiçbir zaman geç kalınmış değil bence. Şair Can Yücel’in de dediği gibi, “Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.” İşte Dilek Kayacan, bir ömrün yarısı sayılabilecek bir yaşta, her şeye yeniden başlayıp, ömür çerçevesini yepyeni motiflerle örebilmiş nadide bir kadın. Hayatınızın hangi aşamasında olursanız olun, onun hikayesinden ilham alacağınıza, belki de kendi hayatınızdan benzer motifler bulacağınıza inanıyorum. Ben kendisine ve öyküsüne hayran oldum, sizin de öyle olacağınızı düşünüyorum.
Sizi tanımayı çok istiyoruz; Dilek Kalaycı kimdir? Merhaba... 1967 yılında Manisa'da doğdum. İzmir’de büyüdüm, liseyi İzmir’de okudum. İzmir Kız Liseli olmak gururumdur. Liseden sonra, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdim. Okurken eşimle tanıştım. Eşim bir askerdi ve Malatya'da görevliydi. Evlenerek yanına gittiğimde, planımız, Ankara'ya çıkacak bir tayinle geri dönerek, öğrenimime kaldığım yerden devam etmekti. O tayin asla çıkmadı ve böylelikle üniversite öğrenimim yarım kaldı. İki çocuk annesi ve evli bir kadın olarak, 2011 yılında resmen boşanana kadar hiç çalışmadım. Çünkü eşim ‘’Ya çalışma hayatı ya da evliliğimiz‘’ diyordu ve acı olan şu ki, ben hep evliliği seçtim. Ev kadınıydım ama sürekli okuyor, sorguluyor, yenilenmeye çalışıyordum. Asla klasik kalıpların içinde kalmadım. Çocukluğumdan beri doğaya, hayvanlara ve güzel olan her şeye aşık biriyim. Fotoğraf çekmeyi çok sevdim. El sanatlarına ilgim hep vardı. Zaman zaman çeşitli kurslara da gittim. Kendime ait kocaman bir iç dünyam oldu hep. O yıllar, içimdeki beni yok etmeme mücadelesiyle işte böylece geldi geçti. 2010 yılında eşimden ayrıldım. Çalkantılı bir dönemdi. Tam bu dönemde şehirlerarası bir seyahat sırasında çok büyük bir otobüs kazası geçirdim. Bu kazada hayatını kaybedenler oldu. Vücudumda ciddi bir hasar olmasa da, yüzümün sol yanındaki kemikler ve çenem kırıldı... Kaza anında tek düşünebildiğim, hayatımın böylece sona ereceği idi; içimden "Bitti, demek ki böyle oluyormuş..." dediğimi hatırlıyorum. Bu kaza, bende çok şey değiştirdi, sonrasında hayatımın geri kalanı için önemli bir tetikleyici oldu. O kazadan sonraki çok uzun, ağrılı ve zor geçen tedavi sürecinde, hayatın bu kadar kolay ellerimizin arasından kayıp gidivereceği bilincine vardım. Ve bir şeyi daha farkettim: O zamana kadar kendim için yaşamamıştım; hep öncelikler farklıydı... Ben çalışmayı da, üniversiteyi bitirmeyi de çok fazla isteyen bir insandım. Kaza sonrası ameliyata girerken yüzümün düzelmeme ihtimalini olduğunu söylediler. Kendi kendime dedim ki, "Eğer bir gün eski halime dönebilirsem, koşullarımın izin verdiği ölçüde, kendi istediğim şeylere de yer vereceğim hayatımda..." Zor oldu, ama sonunda iyileştim. Bu dönemin akabinde, 2011 yılının Mayıs ayında, Ankara'daki bir arkadaşımdan bir iş teklifi aldım. Hayatımda ilk kez çalışmaya başladığımda 43 yaşındaydım. Henüz üniversitede okuyan iki kızım vardı. Arkadaşımın eşine ait bir fabrikada büro personeli oldum. Ankara’ya taşındım. Artık kendi evim ve bir işim vardı. Tüm sorumluluklar bana aitti. Önceden markete gittiğimde etiket okumak gibi bir alışkanlığım yoktu. Neye ihtiyacım varsa onu alırdım. Yeni hayatımda kısıtlı bütçemle küçük alışverişler yaparken fiyat etiketlerini titizlikle inceliyor olmak beni hiç mutsuz etmedi. Tersine, ben artık, kendi parasını kazanan, özgüvenli ve çok mutlu bir kadındım. Gereksiz tüketimi sevmeyen biri olarak, isteklerle ihtiyaçlarım arasında ayırım yapmayı ve bir denge kurmayı öğrendim. İşimin temelini oluşturan insan ilişkilerinde iyiydim ve böylelikle işimde de ilerledim. Bir süre sonra da Personel Müdürü oldum. Evlilik hayatımız boyunca ne zaman çalışmak istesem, "Hangi sıfatla çalışacaksın? Yapamazsın!" diyen eski eşimin sözlerini boşa çıkarırcasına, 6 Bölge Müdürü ve 5000 kişilik bir personelin koordinasyonunu artık ben sağlıyordum. Gelirim ve koşullarım giderek daha iyi duruma gelmişti. Yaşamımı bir nebze de olsa normale döndürdükten sonra, çıkan bir aftan yararlanarak yarım bıraktığım Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geri döndüm. Hem iş, hem fakülte, hem de evi aynı anda yürütmeye başladım. Üniversitenin son yılında çok sevdiğim İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi ile tanıştığım gün, Farsça öğrenmeye karar verdim. Hemen gidip, İran Kültür Müsteşarlığı'nın dil kursuna kaydoldum. Farsça ile ilk tanışmam böyle oldu. O süreçte, merkezi yatay sistemle, üniversitemde Türk Dili bölümünden, Fars Dili ve Edebiyatı bölümüne geçiş yapabileceğimi öğrendim. Fars dilini akademik anlamda öğrenmek istediğim için hemen başvurumu yaptım. Bu okulumun uzaması demekti ama kızlarım bu konuda bana tam destek oldular. Bu işin bir başka güzel yönü ise aynı üniversitede bir başka bölümde Master yapan kızımla aynı dönemlerde okumaktı. Başvurum kabul edildiğinde mutluluktan çılgına döndüm. Sonrasında Fars Dili ve Edebiyatı bölümünü çok severek bitirdim. Fars kültürü ve edebiyatına aşkla bakan biri olarak, sanırım yaşadığım sürece Farsça hayatımın nefes borusu olarak kalacak... Çalıştığım şirket bir süre sonra ekonomik zorluklar yaşamaya başladı. Sürekli azalan eleman sayısı ve artan sorumluluklarla, şirket kapanana kadar yoğun bir şekilde çalışmaya devam ettim. Derken pandemi geldi çattı. Evlere kapandık. Zor bir süreçti ama ben onu da sevdim. İzmir'de yalnız yaşayan 80 yaşındaki Sevgili Annemi Ankara'ya gelmeye ikna edemediğim için, 2022 yılında ben onun yanına taşındım. Böylelikle yıllar sonra hem İzmir'e, hem de anne evine dönmüş oldum. Birbirimize çok benzemesek de, yeniden bir arada yaşamayı öğrendik. Benim için onunla geçirdiğim her gün çok, ama çok kıymetli. Mutluyum... “Kaknos Sepet” nasıl doğdu? İzmir’de çok Roman vardır ve bilirsiniz sepetçilik de bir anlamda adı onlarla anılan bir el sanatıdır. Denk geldiğimde izler ve hayran olmaktan alıkoyamazdım kendimi. Pandemi döneminde, çok sevip, ilgilenmeye fırsat bulamadığım sepetçiliği kendi çabalarımla öğrendim. Ağaç dalları, çeşitli lif ve yapraklarla örülür geleneksel sepet. Modern yaşam içinde, şehirlerde çok mümkün olmuyor bu malzemeye ulaşmak. Ben Güneydoğu Asya’da yetişen ve bizim ithal ederek ulaşabildiğimiz rattanı seçtim çalışmak için. Plastik ve türevlerinin yaşamın her alanını işgal ettiği günümüzde doğa dostu, sürdürülebilir bir malzeme kullanıyor olmak beni ayrıca çok mutlu ediyor. Çünkü gelecek nesillere olabildiğince yaşanır bir dünya bırakma sorumluluğumuz var. Ve başka bir Dünya yok elimizde. Önce kızlarıma ve arkadaşlarıma hediye ettim çalışmalarımı. Bu arada aralıksız öğreniyor ve uyku saatleri dışında sürekli sepetler örüyordum. Tepsiler, avizeler, düzenleyiciler, dekoratif objeler… Bitirdiğim her çalışmanın ardından ‘ ’Bunu ben yaptım!’ ’ deyip mutlulukla izlerdim dakikalar boyu. Ben böyle büyük bir aşkla sepetlerimi üretirken bir gün bir arkadaşım, ‘’Bunları başkaları da mutlaka görmeli, ne yaptığını insanlara göstermeli ve hatta satmalısın...’’ dedi. Böylece Kaknos Sepet doğdu. Bu arada Kaknos, (İranlılar Kaknus diye telaffuz ederler) Fars mitolojisinde küllerinden yeniden doğan ve bu anlamda öyküsü efsanevi Simurg’a benzeyen bir kuşun adıdır.
Ben de evimin bir odasını atölye haline getirdim. Uyanık olduğum sürenin büyük bir kısmı bu atölyede geçiyor. Etrafımda irili ufaklı bir sürü sepeti izlerken, fonda müziğim hiç eksik olmaz. Kitap okumayı da çok sevdiğim için kimi zaman çalışırken, ifade doğru mu olur bilmiyorum ama, beni zihinsel anlamda çok zorlamayan kitapları sesli dinlerim. Bir e-ticaret sitem var. Bu kanalla satışını yapıyorum ürünlerimin... İleriye dönük hedeflerim, ürünlerimi daha çok tanıtabilmek ve hatta yurt dışına açılabilmek. Aynı zamanda öğrenciler de yetiştiriyorum ve bundan da müthiş keyif alıyorum. Çekingen bakışlarla rattan malzemeyi eline alan insanlar, ellerinde kendi yaptıkları sepetlerle atölyeden ayrılırken gözlerindeki mutluluğu görmek hoşuma gidiyor. İşte beni sizlere getiren hikayem böyle... Bir ömrün tam ortası sayılabilecek bir yaşta, ilmek ilmek yepyeni bir hayat örmüşsünüz kendinize; hem de üst üste gelen tüm olumsuzluklara rağmen... Bu gücü nasıl buldunuz kendinizde? Kadın gücü denen bir şey var. Buna yürekten inanıyorum. Ve koşullar olumsuzlaştıkça bu gücün ortaya çıkma olasılığı artıyor. Benim yaşamım da buna örnek aslında. Kendimi hiç güçsüz ve aciz görmedim. Bana o kadar çok inandım ki, kendime ayıp etmemek için belki de, çok sağlam durmaya gayret ettim hep. Kadın direnebilirse, istediği her şeyi başarabiliyor. Geriye dönüp bakınca, sadece koşulları ve insanları sebep olarak görmüyorum. İnsanın kendini bulması zaman alıyor. Benim de kendim olmayı öğrenmem zaman aldı. Doğruları bulduğunuzda, o doğrulara sahip çıkabildiğinizde yaşamın renkleri değişmeye başlıyor. Risk almayı göze alabilmek lazım çünkü insan kendini gerçekleştiremediğinde mutsuz oluyor. Kendinize inanmazsanız, kimsenin size inanmasını beklemeyin. Ben üretmenin verdiği güç ve güzellikle sürdürüyorum hayatımı. İnsan üreterek, varolduğunu iliklerine dek hissediyor. Ne diyeyim, üreterek nefes aldığımız, resimli, şiirli, müzikli ve onurlu yaşamlarımız olsun. Hiç şüphesiz, sizin hikayeniz, kendi nadide hayatını arayan pek çok kadına ilham verecek... Hikayenizi büyük bir açık yüreklilik ve mütevazilikle bizlerle paylaştığınız için onlar ve kendi adıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Ve evet... "O gemi"den hepimiz mutlu ineceğiz... :)